Hasan
Hasan, küçük yaşta annesini kaybetmişti.
Hayat annesini genç yaşta kaybedenler için yarım başlamazdı. Onlar için her
zaman hayat çeyrekti. Babasının oturacak bir evi dahi yoktu, köy yerinde bazı
evlerde misafir kalıyorlardı. Bazen de köy misafir konaklarında hayatlarına
devam ediyorlardı. Elde avuçta olmayınca hayat daha bir sert vuruyordu
Hasanlara. Babası, Hasan ve kız kardeşi Ayşe sıkış tepiş bir evden bir eve
hayatlarını sığdırmaya çalışıyorlardı. Köy yerinde hayal kurmak yoktu. Hayal
kuran da torpaklarını nasıl çoğaltabilir, acaba traktör alabilir mi sorularına
kendini kaptırırdı. Biri dile getirse bunları “Iıı, traktör mü?” diye dalga
geçerlerdi. “At alabiliyin mi ki sen Erecep” diye kıs kıs gülerlerdi. Ara
sokaklardaki kahvede köyün neşesi de yine yokluk olurdu.
Hasan’ın babasının ilk eşinden bir abisi, annesinden ise kız kardeşi vardı.
Abisi Bayram Ali, üvey anneye sahip olunca farklı bir köyde tek başına çobanlık
yaparak geçimini sağlıyordu. Ara sıra komşu köyden kendi köyüne uğrardı.
Hasanların yaşamı, adam olup evleninceye kadar babasının büyük palamutların
gölgesinde serinlerken kız kardeşiyle çalışmasıyla geçti. Köy yerinde zaman,
tarlada çalışırken terin yere değmeden sıcaktan buharlaşması kadar hızlı akar.
Çalışırken geçen zamanı en iyi köylü anlar, abarttım sanmayın. Hasan sadece
köyün en güçlü geçim kaynağı olan tütün ile ilgilenmiyordu. Genç bir adam
olunca yüreğinden geçenleri sahip olduğu kemana söyletirdi. Diğer çalgıcı
arkadaşlarıyla düğünlerde halkın ezgilerini her yaralı kula ulaştırırdı. Yakın
arkadaşları yaşlanınca Sabah dede diye tabir edilen Mustafa mızıka çalıyorken
Mehmet, ritim tutturarak dümbelek ile Hasan’a yardımcı oluyordu. Neşeli olsun,
hüzünlü olsun her melodi onun için zahmetsizdi. Onları hayattan yorgun diğer
kalplere kemanıyla fısıldardı. Konu komşu cehaletine dayanamadı, “Çalma, şeytan
işidir, haramdır, günahtır” diye Hasan’ın başının etini yiyordu. Hasan
duygularına tercüman olan tek şeyi de öylece bir köşeye bıraktı. Kemanı daha
sonra ne yaptı bilinmez. Düğünlerde tüm köye yaptığı bu dokunuş dışında
annesinden değildi ama kendi öğrenip de pişirdiği küçük simitler veya çörek
diyebileceğimiz tatlıları satardı. Hatta bu mirasını kendi evlatlarına da
öğretecekti. Zamanla unutulsa da bu çörekler torunlarının çocukken en sevdiği
tatlılardı.
Bu yoksul ailenin çocukları evlilik çağına gelmişti. Köyde her iki kardeşin de
taliplisi yoktu. Neden olsun ki, hayatları hani o çeyrek demiştim ya aynı
çizgide devam ediyordu. Belli bir müddet sonra “Berder” denilen bir usulle
evlendiler. Bir kız kardeş ve bir erkek kardeş, farklı bir aileye mensup bir
erkek kardeş ve kız kardeş ile anlaşmalı olarak evlendirilirdi. Fatma, Ali’yle
Hasan ise Ali’nin kız kardeşi Emine’yle evlendirildi. Artık yaşlanan baba,
Hasanların yanında kalıyordu. Kısa bir süre sonra Hasan’ın babası dünyadan
göçüp gitmişti. Torunlarını görememişti. Entrikalarla mirastan kalan toprakları
bile Hasan’dan aldılar.
Hasan’ı tanıyan insanlar onun hep cana yakın bir insan olduğunu bilirdi. Çoğu
seyirlik oyunlarına onu dahil ederlerdi, şakacı tavrıyla hep insanları
güldürdü. Hayatın darbesini, anlaşılan çoğu zaman unutmaya çalışıyordu. Yediden
yetmişe herkes için o, babacan olarak tanınırdı. Geçimini artık
sağlayabiliyordu. Çift sürmek isterken kullandığı atı ona saldırmıştı.
Kafasından kötü yaralanan Hasan’ı köyde avcılıkla ünlenmiş Süleyman’ın köpeği
kurtarmıştı. Hasan’ın tüm yaşadıkları trajikomik bir hikaye gibiydi. Yediği
yemeği beğenirse “Bambaşka, bambaşka.” diye parmaklarını birleştirirdi. Ona pek
has olmayan ancak herkesin bildiği bir rahatsızlığı vardı: gaz problemi. Çoluk
çocuk dalga geçerek onu rahatsız ederlerdi. Bununla ünlenmişti bir kere. Hatta
bu konuda arkadaşlarıyla iddiaya girerdi. Bir gün abisinin kaldığı köyde bir
iddia üzerine kırk kez rahatsızlığını uygulaması istendi. Eğer başarabilirse
bir kasa lokum kazanacaktı. Kendisi mi yoksa ağzıyla mı yaptı bilinmez,
akşamına köyün girişinde elinde bir kasa lokum vardı. Zaman geçti, beş evladı
oldu. Yaşamın gelebileceği son nokta olan ihtiyarlık onu alıp götürüyordu.
Karaciğeri onu yarıda bırakıyordu. İki torununu daha göremeden yetmiş iki
yaşında sarılıktan vefat etti. Geride evlatlarıyla onu her şekliyle anacak olan
torunlarını bırakmıştı.
Yorumlar
Yorum Gönder