Nöbet

 


   

 

Buraya geleli beş ay olmuştu. Bazen günlerce çatışmadan bekliyorduk. Endişe veren artık ölüm korkusu değildi. Beklemek sabrımı zorluyordu. Bazı günler düşman cephesinden gelen bir mermiyi beklerdik. Ateşkesten bu yana Türklerle aramızda bir saygı duvarı oluşmuştu. Saldırı için beklediğimiz günlerde bazen bize seslerini duyurmak için bağırırlardı. Ne dediklerini anlamıyorduk ama bu bizim için keyif verici anlardı. Birkaç kez düşman cephesinden nöbet tuttuğumuz cepheye tütün kutusu gibi ikramlar atarlardı. Gelen hediyelerin hiçbirini el bombası olarak düşünmedik. Aksine bazı Aborjinler seviniyordu. Cephede sigara içmek bizim için lükstü. Dumanı askerlerin içindeki endişeyi az da olsa azaltıyordu. Kendi topraklarımızda sevdiklerimizi bırakıp başka topraklara gelmiştik. Bize zor gelen dayanılmaz şartlar değildi. Kendi vatanımızda barış içinde yaşarken buraya sözde “kutsal amaç” adına savaşmaya gelmiştik. Kral için geldiğimizi acaba Kral biliyor muydu?

Başlarda çıkarma çetin geçiyordu. Ölmek bizim için en son ihtimal iken şimdi istediğimiz tek şeydi. Evimizi düşünmeden edemiyorduk. Çıkarmadan sonra müthiş bir savunmayla karşılaştık. Luke, yanımda şarjörünü değiştirirken Miles ise karşı cepheyi kontrol etmek isterken bir nişancı tarafından vurulmuştu. Cesetlerini ait oldukları uzak memleketlere götüremezdik. Daha nice genç arkadaşımı düşman topraklarına gömmek zorunda kaldık. Birçok kayıp vermiştik. Üstelik tepeyi tam olarak zapt edemediğimizle kalmıştık. Türkler de bizim gibi sayısız kayıp vermiş miydi?

Günleri saymıyorduk. Komutanlarımızın da geçen günleri saymadığına beş papele iddiaya girerim. Sanırım Salı günüydü. Saat on yedide nöbeti devralmıştık. Soğuk, gelen mermilerden ölümlü bedenlerimizi daha çok acıtıyordu. Akşamüzeri serinliği, tüfeği doğrultmamı engelliyordu. Herhangi bir kalkışma planlamadıklarını düşünmüştüm. Türkler de en az bizim kadar savaşmaktan yorulmuştu. Gözlerimi dinlendirmek için biraz kapattım. Benim gibi aynı anda karşı cepheye bakan yirmi kişi olduğuna emindim. Brayden hemen on metre solumdaydı. İşte yine geliyor, dedi. Kendimden geçmiştim, açıkçası biraz irkildim. Hemen tüfeğimi doğrulttum ve cepheden çıkan Türk askerine doğru nişan aldım. Sonra bizim taraftan kahkahalar duyuldu. Tanıdık bir sima… Aramızda ona John dediğimiz Türk askeriydi. Kıyafeti bir askere göre dökülüyordu, üşüyor olmalıydı. Elverişsiz hava şartlarından dolayı her gün odun toplamaya siperlerden çıkardı. Ona saygı duyuyorduk, o da bizim gibi soğuktan etkileniyordu. O da bizim gibi ya soğuktan ya da bir kurşundan ölecekti. Hiçbir Anzak askeri ona ateş etmezdi. Her gün aynı saatte biraz odun toplar sonra yine siperine dönerdi, biraz sonra yaktıkları ateşin şeffaf dumanının yükseldiğini görürdük. Türkler de bizim üşüdüğümüzü biliyor muydu?

İlk zamanlar bize el işareti yaparak savunmasız olacağı, onlarca tüfeğin doğrulduğu, aslında basmakta özgür kendi topraklarına adımını atardı. Sonradan hiçbir uyarı işareti yapmadan odununu toplardı. Bazen bizim taraftan ona doğru özenle kesilmiş odunlar atılırdı. John da büyük bir cesaretle ve saygıyla elini kalbine götürerek teşekkür eder, güvenle sırtını döner giderdi. İşte saygı duyulacak bir düşman… Türkler de bizim gibi düşünüyor muydu acaba?

Altı saat nöbetin ardından yeni nöbetçiler sırayla yerlerimiz almaktaydı. Yorgun gözlerim kapanmayı bekliyordu. Eve dönmek ve kocaman bir biftek yemek hayalimdi. Her nöbet bitiminde eve dönmeyi isterdim. Ama bu sadece benim arzum değildi. Bekleyeni olmayan Ashton bile bunu istiyor olmalıydı. Nöbetimi devrettikten sonra ateşin yanındaki yataklardan birinde uyudum. Ertesi gün sabahı saat beşte bütün askerler ayaktaydı. Her askerin rutini belirlenmişti sanki. Kalk, bulabilirsen yemek ye, sana saldırmalarını bekle, nöbete git, yatağına git ve güzel rüyalar için Tanrıya dua et, hayatta kal… Nöbet saati geldiğinde yerime geçtim, bir basamak yükseldim ve karşı cepheye doğru tüfeğimi doğrulttum. John orada öylece cansız yatıyordu. Ben öylece bakakalmışken diğerleri birbirlerine bakıyorlardı. Bir cevap arıyorlardı. İlk kez bir düşman askerinin ölmesine üzülmüştüm. O akşam altı saat boyunca gözlerimi John’un yerde yatan hareketsiz kollarına diktim. Eli hiç boş gitmezdi. Dürbün ile tekrar kontrol ettim. Cebinden sarkan bir kadın fotoğrafı... Sonradan öğrendim, bir sonraki yeni devriyenin askerleri arasında onu tanıyan yoktu. John bu şekilde cepheden çıkar çıkmaz vurulmuştu. Onları uyarmalı mıydım? Bir düşman askerini öldürmemelerini söylese miydim? Kafamdaki soruları cevaplayamadım.

Ama onun hala odun toplamasını isterdim.



Travis, Arıburnu, 9 Aralık 1915.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Bakış Açısı - 2.Bölüm

Pişmanlığın Tarifi (Tirat)

Bekleyiş